Yıllar önce hizmete yeni başlayan genç bir müjdeci ile tanışmıştım. Benden daha yaşlıydı ama hizmette daha gençti. Beş çocuğu vardı ve eşinin arkadaşları benim kiliseme üyeydiler.
Noel tatiline çıkmıştı ve akrabaları ile birlikte bizim kilisemizi ziyaret ediyorlardı. Pazar vaazını ondan vermesini rica ettim ve konuşmanın sonrasında hizmeti için sunu toplayıp onu bereketleyecektik.
Bu anlattığım öykü 1940 yılında geçiyor. O dönemde ekonomik kriz vardı. O günlerde Pazar günü vaaz verenlere 5 dolar bağış yapardık. Bazılarınız çok şaşıracak ama maaşlar o günlerde çok azdı. Demiryollarında çalışan bir kişi aylık 37.50 dolar kazanıyordu. Ev kirası ödeyip, eşine ve çocuklarına bakıyordu, araba kullanıp benzin harcıyordu. Kısacası o zamanda vaaz hizmeti için 5 dolar iyi bir paraydı. Ona bu parayı vermek istiyordum ama vaaz vermek istemedi. Şöyle dedi, “Hagin Kardeş, akrabalarım burada, onların yanında utanıyorum.” Bunun üzerine vaazı ben verdim.
Kilise sonrasında insanlarla vedalaşırken Rab bana şöyle dedi, “O adama 10 dolar vermeni istiyorum.”
“Sevgili Rab, ona 10 dolar veremem. Biliyorsun tam Noel üstü.”
O dönemdeki hesap defterlerim hala duruyor, size gösterebilirim. Haftada ortalama 43.15 dolar kazanıyordum, o zaman 10 dolar bir haftalık kazancım demekti.
“Rab” dedim, “Eşime bile henüz Noel hediyesi almadım!”
“Ona 10 dolar vermeni istiyorum” dedi Rab.
İnsanlarla vedalaşıp gülümserken aklım ve yüreğim arasında bir savaş vardı. (İnsanın içinden ne geçtiğini her zaman bilemezsiniz!)
En sonunda ona 10 dolar verdim. Kilisenin nerdeyse tamamı ayrılmıştı ama bu genç müjdeci dışarıda bir arkadaşı ile sohbet ediyordu. Elini sıktım ve parayı onun avucuna sıkıştırdım. Bütün 10 dolarım bile yoktu, bu yüzden bulabildiğim tüm kağıt ve madeni paraları avucuna doldurdum.
Kısa bir süre sonra bu arkadaşın kayınvalidesinin şöyle söylediğini işittim, “Damadımın Noel zamanı işi yoktu ve sadece ev kirası ile faturalarını ödeyebiliyordu. Tek kuruşu kalmamıştı. Çocuklara ne bir Noel hediyesi alabilmişti ne de yemeğe götürebilmişti. Bir kişi ona 10 dolar vermiş, o parayla ailecek yemeğe gittiler.”
Bunu işittiğimde kadına, “O kişi benim” demedim, sakin kaldım ve içimden Rab’be şükrettim, “İtaat etmeme sebep olan Sensin Tanrım” dedim.
Bundan bir kaç yıl sonra benzer bir olay daha oldu. Bir Pazar akşamı toplantısından önce insanları selamlıyordum. Kilise binamız otoyolun kenarındaydı ve o günlerde otoyollar doğrudan şehrin merkezine gidiyordu.
Şehirlerarası yolcu taşıyan bir otobüs kilisenin önünde durdu. Otobüsten çantalı biri indi. Bu kişiyi daha önce konferanslarda görmüştüm.
Ne yapacağını merak ettim. Kilise başlamak üzereydi. Merhabalaştık ve kendisini tanıttı. “Seni hatırlıyorum” dedim, “öyle görünüyor ki bugün bizimlesin”.
“Evet”, dedi.
“Öyleyse vaazı sen ver” dedim.
O vaaz verirken Rab bana konuştu, “Ona kendi cebinden 12,50 dolar vermeni istiyorum” dedi.
Bugünlerde 12 dolar pek bir para sayılmaz ama o günlerde benim 1 haftalık gelirimden fazlaydı. Bilirsiniz, hafızam kuvvetlidir ama bugün bile hala o kişinin ne vaaz verdiğini hatırlamıyorum. O vaaz verirken aklım ve yüreğim arasında bir mücadele yaşıyordum ama vaazı iyi takip edemesem de arada sırada bir “Amin” diyordum. Tüm vaaz boyunca aklım ve yüreğim arasında gidip geldim.
“Rab” dedim, “Ona bu kadar parayı veremem. Bu benim için çok fazla”. Vaaz bitmiş olmasına rağmen hala düşünüyordum. O gece evimizde kalması için onu evime davet ettim. O da kabul etti. Eve vardığımızda dinlenmeye çekildi ve eşimle mutfakta oturuyorduk. Vaize vereceğim parayı sayıyordum – çoğu bozuk paraydı.
Rab bana çok açık bir şekilde konuştu, “Otobüsten aceleyle fırlamasının sebebi parasının bitmesiydi. Otobüse ödediği para ile ancak o kadar gelebiliyordu. Eşi uzakta bir kentte ailesini ziyaret ediyor. Gelecek hafta ise bir kilise ile iş görüşmesi var.”
Vaiz benim bulunduğum odaya döndü. Ona “Ellerini aç” dedim. İki avcunu da kağıt ve bozuk paralarla doldurdum. Hepsini ceketinin ceplerine koydu.
Sonra şeytan beni şu düşüncelerle ayartmaya çalıştı, “Her şeyi berbat ettin. Yine aptallık yaptın. Kendi bir haftalık kazancını ona verdin.”
Genç vaize şöyle dedim, “Sana bir soru sormak istiyorum: Yolculuk ne tarafa?”
“Hagin Kardeş” dedi, “Eşimin ailesinin yanına gidiyorum. Eşim ve iki çocuğumuz orada. Bana verdiğiniz para ile tam da o kente kadar gidebiliyorum. Buraya gelmeden önce otobüs firmasına gittim ve elimdeki parayı göstererek, ‘Bu para ile nereye kadar giderim’ diye sordum. Otobüs de beni buraya kadar getirdi. Aslında otogarda inmem gerekiyordu ama kilisenizin adını görünce şoföre beni indirmesini rica ettim, ‘Aslında burada durmak yasak ama seni indireceğim’ dedi.”
Sonra sözlerine şöyle devam etti, “Cebimde tek bir kuruşum bile yok. Elimdeki parayla ancak buraya kadar gelebildim. Yolun devamında otostop yapmayı düşünüyordum. Ama şimdi bu parayla bir otobüs bileti satın alabilirim. Gelecek hafta ise başka bir kilisede vaaz vermem gerekiyor. O kilisede kalıcı olarak önderlik yapmayı planlıyorum.”
Ben de, “Tamam, kardeşim, bu kadarı yeter” dedim, “Sana Rab’den şu sözü söyleyeyim: O kilisenin yeni önderi sensin!” Ve tam da öyle oldu!
Bu karşılaşmadan iki yıl sonra eşimle birlikte hasta bir kadını ziyarete gittik, ölüm derecesinde hastaydı. Kocası onu üç farklı hastaneye götürmüştü ve doktorların hepsi de aynı şeyi söylemişlerdi: “Elimizden hiçbir şey gelmiyor, hastalık çok ilerlemiş. Hastalığın son dönemlerinde çaresi olmayan bir kan hastalığı da başlamış. Ölümü çok yakın. Bir kaç gün kadar ömrü olduğunu düşünüyoruz” demişlerdi.
Kadının odasına girdik ve ona dua ettik. Onu hiç tanımıyorduk ama kilisemizden bir kişinin tanıdığıydı. O günlerde eski ve küçük bir kilisede vaizlik ediyorduk. Dua etmek üzere kadının yatağının kenarında yere diz çöktük. İçimden daha önceki vaizlere bağış yapmamı söyleyen sesi yeniden duydum – o ses yeniden bana şöyle seslendi, “Ayağa kalk. Bırak duayı” (Ellerimi kadının üzerine koymuş duaya başlamıştım bile ve eşim de yanımda diz çökmüş dua ediyordu.)
“Elini çek. Ayağa kalk ve kadına de ki: ‘Tanrı bana iyileştiğini söylememi istedi, ayağa kalk.’”
O kadın Perşembe günü ölüm döşeğinden kalktı, Pazar günü ise kiliseye geldi ve tapınmada haykırarak ilahiler söyleyip dans ediyordu!
Eve dönerken Rab’be bizi kullandığı için hamdediyor ve seviniyorduk; birden sanki arabanın arkasında oturan biri kadar yakın Rab’bin sesini işittim, “Daha önceki iki vaize yardım etmeni istediğimde benim sözüme itaat etmiş olmasaydın bugün o kadının şifa bulmasında seni kullanmam mümkün olmazdı.” O iki vaizi çoktan unutmuştum; biraz durup düşünmem gerekti: “O iki vaize yardım ile ne demek istedin Rab?”
“İlk kardeşe 10 dolar vermiştin, ikinci vaize ise 12.50 dolar verdin.”
“Evet, hatırladım.”
Rab dedi ki, “Sana söylediğimde bana itaat etmemiş olsaydın, şimdi seni kullanamazdım.”
Hepimiz Tanrı’nın bizi kullanmasını istiyoruz, değil mi? Tanrı’nın sizi bir hastayı ölüm döşeğinden kurtarmak için kullanmasını istemez misiniz? Eğer 1-2 kuruş yardımda bulunmamızı söylediğinde Tanrı’nın sesini işitmiyorsak, ölüleri diriltmemizi söylediğinde nasıl işiteceğiz? İşte Tanrı’nın sesini işitmeyi öğrenmenin yollarından biri budur.
Eğer Tanrı küçük bir işte itaatinize güvenmiyorsa, size ölüleri diriltme konusunda nasıl güvenecek?
Tüm bunların şifa ile ilgisi nedir? Çok ilgisi var!
İtaat Tanrı’dan bir şeyler almanın anahtarıdır ve Tanrı’nın bizi kullanmasının da anahtarıdır. Eğer Tanrı’nın sesini işitip maddi konularda O’na itaat etmeyi öğrenirsek, hayatımızdaki diğer bereketlerin kapılarını da açacak ve tüm insanlığı bereketlemenin yollarını hazırlayacaktır.
Kaynak: Kenneth E. Hagin
Duaya Mı İhtiyacınız Var?
Buraya Tıklayın